A.T-AzizTank | Uzay & Bilim

EVRİM

 

Trilobite-2-575861Dünya nasıl oluştu? İlk“canlılar” ne şekilde ortaya çıktılar, ne şekilde kimyasal evrim geçirdiler? Bizler ne tür süreçlerden geçerek ilkel bir primattan gelişmiş ve düşünen modern insana dönüşmeyi başardık? Tüm bu süreçleri en sade haliyle Odatv okuru için özetledik…

Günümüz şartlarında bir toplum din ve peygamber bilmeden de gelişebilir lakin, yaşadığımız Evren’i, Dünya’nın ve “canlı” yaşamlarının evrimsel süreçlerini bilmeden, anlamadan ve kabul etmeden hiç bir toplum ilkel bir noktadan daha ileriye gelişim gösteremeyecek, nihayetinde yok olacaktır. Bu görüşün doğruluğu farklı toplumların mevcut durumları ile ispat olunmaktadır. Din, bilimin yerini tutmaya çalıştığı sürece eleştiriyi hak eder ve işlevini hızla yitirmesi nedeni ile zaman içerisinde zihinlerden silinecektir. Bu sebeple Vatikan bilim karşısında geri adım atacak denli uyanık davranmış, Yahudiler İsrail’in laik yapısını ve bilimsel çalışmalarını baltalamamış, ancak İslam dünyası adeta bilime savaş açtığı için geri kalmış, bu tavırları eleştirildiği vakit ise, Müslümanlar bin yıl önce İslam dünyasından çıkmış bir takım mucitleri ve doktorları öne sürerek bilim ile iç içe olduklarını savunmaya çalışırlar. Sadece inanca hizmet ettiği zaman bilime destek veren İslam dünyası da bir gün mutlaka bilim önünde diz çökmek zorunda kalacaktır. Daha açık görüşlü dindarlara dönüşmek mümkün, tüm Müslümanları yapmakta oldukları hatadan dönerek o yola girmeleri için davet ediyorum, aksi takdirde yeni nesilleri bu hayatta bilgisiz kalmanın neticesinde acı ve sefalet içerisinde kıvranmak, başkaları tarafından sömürülmek zorunda kalmaktan kurtulamazlar.

13101224_10153587130493317_470183840_n

4.5 MİLYAR YIL ÖNCEDEN BAŞLIYORUZ

Gezegenimiz, toz ve gaz bulutunun kütleçekim kuvveti sayesinde bir araya toplanması sonucunda oluşmuştur, Goldilocks kuşağında bulunması neticesinde yaşamın filizlenmesi için uygun bir ortam haline gelmiştir. Daha önce Dünya’nın oluşum aşamasını ve bilhassa Ay’ın ortaya çıkışının “canlı” yaşamının gelişmesi için ne denli önemli olduğu konusunu incelemiştik. Şimdi ise Dünya çevresinde Ay ile uzay boşluğunda sürdürdüğü yolculuğu esnasında milyarlarca asteroid ve kometin şiddetli saldırılarına maruz kaldığı noktadan, yani 4.5 milyar yıl önceden tekrar başlıyoruz. Kütle çekimi sayesinde bu cisimler gezegenimize yönleniyor ve buraya donmuş halde su taşıyorlardı, akışkan bir lav kütlesi halindeki gezegene temas eden cisimlerdeki donmuş su buharlaşmış, dünyayı yoğun bir su buharı çevrelemişti.

Asteroidler çok az su taşısalar da 20 milyon yıldan uzun bir süre kesintisiz şekilde Dünya’yı vurdukları için bu su nihayet birikmiş ve soğuyan gezegende okyanusları yaratmışlardı. Gezegenimizdeki okyanusların devasa boyutlarda olmaları sizi düşündürebilir, ancak eğer gezegenimiz bir futbol topu büyüklüğünde olsaydı, bu topu bir kova suya sokup çıkarsaydınız, topun üzerinde kalacak incecik bir katman halindeki su ne kadar yoğun ise, okyanusların mevcut varlığı da Dünya’nın kütlesine oranla benzer bir yoğunluktadır, yani aslında biz çok küçük “canlılar” olduğumuz için okyanuslar gözümüzde büyüyor diyebiliriz.

DÜNYA ZİYADESİYLE HAREKETLİ BİR YERDİ

Dünya önceleri sadece su ile kaplı olsa da ziyadesi ile hareketli bir yerdi, volkanik patlamalar okyanus yüzeyinde birer leke gibi ufak adacıklar oluşmasına sebep oldular, bu adalar yeni volkanik hareketler ile büyüyecekler ve tektonik plaka hareketi ile gezegen boyunca dolaşarak birbirleri ile çarpışırken, daha büyük kara parçalarını oluşturacaklardı. Bu esnada Dünya halen asteroidlerin saldırısı altında, uzaydan gezegenimize mineraller taşırlarken, bu mineraller okyanusun çamurlu zemininde, gezegenin çekirdeğinden sızan başka mineraller ve kimyasal maddeler ile buluşarak tek hücreli bakterileri oluşturuyorlardı.

Burada biraz es verelim ve şu soruyu soralım, “cansız” moleküller nasıl oluyor da“canlı”yaşamını oluşturuyorlar? Bu büyük bir sorudur ve dindarlar bilimin bu soruya yanıt veremediğini ancak dinlerin yanıt verdiklerini iddia ederler. Bilakis, dinler bu soruya bir yanıt veremezler ve “yaratıcı” bir tanrının “ol dedi oldu” demesi ile özetlerler. Sorarım, bu bir yanıt mıdır? Bir çeşit “hokus pokus” ile bu işin gerçekleştiğini ve “her şeye kadir olan” bir tanrının bir tek emir ile “cansıza”“can” verdiğini söylemek kesinlikle ikna edici bir açıklama değildir. Ancak bilim bize yanıtları verir, fakat inanç sahibi insan pek fazla derinine inerek incelemediği bu yanıtlar ile ikna olmaz ve yaşamın ortaya çıkışını açıklasanız da, o halde elementler nasıl oluştu sorusunu sorarlar, elementlerin moleküllerin bir araya gelmesinden oluştuğunu söyleseniz, bu sefer molekülleri oluşturan atomların nasıl oluştuklarını sorarlar, onu da açıklasanız, o halde Evren nasıl oluştu? Bu soruları sormaları güzeldir ancak altındaki amaç ikna olmamak ve sizi köşeye sıkıştırma gayesidir. Sizi sürekli henüz keşfedilmemiş bir yere doğru çekerler ve yanıt veremediğiniz noktada İşte gördün mü yanıt veremiyorsun, halbuki yanıt “ol dedi oldu” diyerek türlerin ortaya çıkış süreçlerini açıkladıklarını ve sizin bilgilerinizin doğru olmadığını ispat ettiklerini düşünerek gülümserler. Halbuki, kendi inançları ve kitapları size sordukları soruların hiç birinin yanıtını verememektedir, “ol dedi oldu” diyerek bir meseleyi özetlemek, ikna edici bir yanıt değildir. Yaradılış efsanesi sadece mesnetsiz bir iddiadan ibarettir.

BİLİME SIRTINI DÖNEN HİÇ BİR TOPLUM GELİŞEMEYECEKTİR

Dinler, ilkel toplumların birlik ve düzen içerisinde yaşamak için geliştirdikleri, korkuları ile harmanlanmış efsanelerden ibarettir. Bu efsaneleri kaçınılmaz gerçekler olarak kabul eden ve bilime sırtını dönen hiç bir toplum gelişemeyecektir.

Bu söyleyeceğim çoğu insana kabullenmesi zor gelebilecek bir mesele olsa da, öncelikle şunu anlamak gerekir, hücre dediğimiz şey aslında kimyasal tepkimeler ile işleyen bir fabrikadır ve“canlı” falan değildir! Biz “canlı” ve “cansız” sözcüklerini bir şeyleri tanımlamak ve kategorize etmek için uydurduk,  asıl gerçek olan ise canlılık değil, sadece kimyasal tepkimedir. Biz yine de kavramları anlaşılabilir kılmak için yazı içerisinde yerleşik ifade olan “canlı” tanımını kullanacaksak da yazının ilerleyen bölümlerinde “canlı” tanımı yerine ‘tür’ ifadesini tercih etmeye başlayacağız.

Yaşamının nasıl oluştuğu sorusu evrim konusuna dahil değildir evrim “canlıların” nasıl oluştuğunu değil nasıl geliştiklerini açıklar, “canlıların” oluşumları ise Abiyogenez teorisi ile  anlatılmaktadır (Bilimde kuram veya teori; bir olgunun sürekli olarak doğrulanmış gözlem ve deneyler baz alınarak yapılan bir açıklamasıdır. -Wikipedi’den alıntı-) ve her ikisi birbirinden bağımsız konulardır. Okura Abiyogenezi (abiogenesis) en sade şekli ile, fazla teknik terimlere girmeden açıklayabileceğimi düşünüyorum. Parantez içerisinde verdiğim kısım bilhassa dikkatinizi çekmiş olmalı, TEORİ sözcüğü günlük hayatta TEZsözcüğü ile karıştırılmaktadır, halbuki teori bilim jargonunda deneyler ve gözlemler ile ispatlanmış olguları tanımlamakta kullanılan bir terimdir. İşte size Abiyogenez Teorisi…

13101224_10153587130628317_1973727095_n

MOLEKÜLLER ELEMENT OLUŞTURMAYA BAŞLIYOR

Dünya’ya düşen cisimler atomların bir araya gelerek oluşturdukları moleküller ile doludurlar, karbon atomu burada en önemli unsurdur, çünkü öteki tüm atomların aksine daha fazla atom ile bir araya gelerek yeni ve daha karmaşık moleküller oluşturmayı başarabilmektedir, bu sebeple karmaşık organik formların temelinde karbon atomu yatmaktadır. Peki atomlar nasıl bir araya gelirler? Taşıdıkları elektrik sayesinde birbirleri ile uyum gösterir ya da gösteremezler, mıknatıs gibidirler. Uzay ortamından Dünya’nın çamurumsu yapısına taşınan moleküller burada bir araya gelebilecekleri uygun ortamı bulunca farklı elementler oluşturmaya başlarlar.

İlk işlevsel hücre nasıl ortaya çıktı bunu anlamak için polimer ve monomer nedir bunu iyi bilmemiz gerekiyor. Yunanca ‘poli’ çok demektir, ‘meros’ ise “parça” manasına gelir. Yani polimer “çoklu parça”, monomer ise daha küçük molekülleri ifade etmektedir. Monomerler kimyasal tepkime ile bir araya geldiklerinde polimerleri oluştururlar. Lego parçalarını birleştirmek gibi düşünün lütfen.

Yaşamın başlangıcında öncelikle enerji faktörü olan yıldırımlar etkili olmuştur, bu süreç günümüzde çeşitli deneyler ile ispat olunmuştur, elektrik moleküllerin işlevsel formlara dönüşmesinde enerji faktörünü sağlamışlardır, sonrasında ise yağ asitleri etkili olmuştur, denizlerin diplerinde oluşan yağ asitleri bulundukları suda uygun PH derecesi ile karşılaştıklarında veziküller, yani kararlı kabarcıklar oluştururlar, bu kabarcıklar yarı geçirgendirler ve monomerlerin içlerinde hapsolması için uygun yapıdadırlar, aynı zamanda kabarcıklar bir araya gelerek birbirlerine yapışırlar ve daha büyük dallar oluştururlar, bu dallanmalar ise suyun akışı, dalgalar ve akıntılar ile bölünebilirler fakat bölünen dallanmadır, kabarcık kararlı yapıda oldukları için formunu korumaya devam eder, monomerler kabarcığın güvenli haznesi içerisinde bir araya gelip daha karmaşık ve büyük parçacıklar, yani polimeler oluşturunca bunlar  daha büyük parçacıklar olduklarından kabarcığın içerisine hapsolurlar.

13153246_10153587130778317_769838375_n

YEMEK YEDİĞİNİZDE MİDENİZİN ŞİŞMESİ GİBİ

Bu esnada parçacıklar ile dolan kabarcık, içerisindeki basınç nedeni ile büyümektedir, bu yemek yediğinizde midenizin şişmesi gibidir, yağ asidi kabarcıkları, kendilerinden daha az polimer içeren bir kabarcık ile temas ettiklerinde az olan polimerler daha çok olan polimerler ile birleşirler, kabarcığın şişmesi bu sayede daha da artar, kısacası kabarcıklar birbirlerinden polimer çalmaya, yani birbirlerinden beslenmeye başlamışlardır, büyük kabarcık küçük kabarcığı farkında dahi olmadan yemektedir, yedikçe şişmektedir, peki bu şişme hali nereye kadar sürebilir? Yağ asidi kararlıdır demiştik, bu sebeple patlamıyor, ancak şişme haline de bir süre devam edebiliyor ve sonunda yağ kabarcığı içerisinde oluşan basınca dayanamayarak bölünmek zorunda kalıyor. Başka yağ kabarcıklarından çaldıkları yegane şey polimer değil, küçük kabarcığın yağ asidini de çaldığı için bölünerek ikiye ayrılmak için uygun miktarda malzemeye sahip olurlar.

13153246_10153587130778317_769838375_n

Ufacık parçacıklar güvenli bir kese, yani kabarcık içerisinde bir araya geldiler, birbirlerinden beslenerek ve başka ufak parçacıkların keseye hapsolması ile büyüdüler, sonunda bölünerek çoğaldılar. Ortada ‘akıllı’ bir yapı dahi yok, sadece kimyasal tepkime gerçekleşiyor, tüm bu süreç bilinçsizce, “eşyanın tabiatı” nedeniyle mümkün oluyor, temelinde atomların yapısı ve özellikleri bulunuyor. Erwin Schrodinger, “Yaşam Nedir”adlı kitabında bir maddeye ne zaman“canlı” denebileceğini şu şekilde açıklıyor;“Hareket, çevresiyle materyal alışverişi ve benzer ‘birşey yaptığı’ ve benzer koşullar altında ‘gidişi koruma’sını beklediğimiz ‘cansız’ bir maddeden çok daha uzun bir süre için yaptığı zaman.” Dolayısı ile burada sözünü ettiğimiz yağ asitleri, bu eylemi gerçekleştirdikleri için artık “canlı” bir tek hücredirler.

Bu kabarcıkların içlerine hapsolmuş polimerler en ilkel genomlardır, ancak önceleri genetik bilgi taşımazlar, bu noktada henüz o özelliğe sahip olmadılar. Fakat kopyalanmalarını ve çoğalmalarını sağlayan bilinçsiz davranış sahip oldukları ilk bilgi olarak saklanmaya başladı bile, yukarıda anlattığımız süreci tekrar edebilenler mevcudiyetlerini korurken bu mutasyona ayak uyduramayanlar yok oldular, böylece ortada bilinçsizce tekrar eden bir bilgi oluştu, ne yağ kabarcığı ne de polimerler ne yaptıklarının farkında değiller, kimyanın gereksinimlerini yerine getiriyorlar.

13090008_10153587130783317_1625240823_n(1)

ÇOĞALMAYI BAŞARAMAYANLAR

Peki ya bu bölünerek çoğalmayı başaramayanlar? Onlar elbette yok olmak zorunda kalıyorlar, böylelikle başarabilenler kendilerini kopyalayıp çoğalttıkça ortamı ele geçirmeye başlıyorlar. Bölünüp çoğalırken bu beceriyi yeni üreyene de kopyalamış oluyorlar. Yeni monomerler de bu beceri kazanmış sisteme dahil olsunlar ve bilgi kazanmış olan polimerleri daha da zenginleştirsinler, daha zengin içeriğe sahip olan bilinçsiz ancak bilgi sahibi polimerler ile daha karmaşık bir yapı oluşturmuş olan yağ kesecikleri mevcudiyetlerini bölünerek sürdürsünler. Eğer bir kabarcık bu bölünme ve çoğalmayı engelleyecek monomerleri sistemine dahil ederse bölünmeyi başaramadığı ve çoğalamayacağı için, ortam yine becerisini koruyup geliştirenlere kalacaktır. Bilgi ve bilmek hayata tutunmak için ne kadar önemli gördünüz mü? Bu yeni bilgiye sahip olmayanlar nasıl da yok oldular.

2 milyar yıllık bir sürecin ardından bu yapılar daha karmaşık başka yapılar oluşturuyorlar ve iki hücreliler meydana gelmeye başladı, aynı sistem devam ettikçe karmaşıklaşan yapı RNA ve DNA’ları oluşturuyorlar, böylelikle daha fazla bilgi depolayıp aynı bilgiyi yeni nesillerine taşımayı başardılar. Bunun gerçekleşmesi için doğaüstü bir unsurun “ol”demesine ihtiyaç yok.

13101136_10153587130763317_383813595_n

SİSTEM NASIL ÇALIŞIYOR

DNA, bir moleküldür. Moleküllerin nasıl oluştuklarını açıklamıştık, genetik bilgi genler şeklinde DNA’da bulunur ve bu DNA çok sayıda protein ile bir araya gelerek kromozomu, dolayısı ile daha karmaşık yapıları oluşturur, DNA molekülünü içeren kromozomlar hücre çekirdeğinde saklanır, bilgiyi saklar ve gerektiğinde kopayalarlar. DNA’da bulunan bilgi RNA molekülüne geçer, bu sayede hücrenin protein sentezlemesini yani beslenmesini sağlar.

Sistem bu şekilde çalışıyor ve adım adım daha karmaşık bir yapıya ulaşıyor. Ben buradan bir sıçrama gerçekleştirerek tekrar Dünya’nın gelişim sürecine geri dönüyorum. Yukarıda anlatılanlar, inorganik maddelerin organik maddeye nasıl dönüştüğünü, bu sistemin nasıl başladığını ve işlediğini, kısacası mekanizmayı anlatmaktadır. Güneşten dünyaya ulaşan X ışınları da mutasyonları çeşitlendirmekte etkili olmuştur fakat“canlılar” zamanla mevcut X ışını seviyesine karşı bir ölçüde bağışıklık geliştirmişlerdir.

Dünya’yı kaplayan su, bilhassa sığ bataklıklar artık mikroskobik organizmalar ile dolu bir çorbadır, hayat bir defa ortaya çıkınca onu yok etmek neredeyse imkansız hale gelmektedir, fakat milyonlarca yıl boyunca en ufak bir değişiklik olmaz, tek hücreli bakteriler suları kaplamışsa da fazla bir gelişim sergilemezler, zaman geçer ve bu tek hücreli bakteriler sığ sularda ufak komünler oluştururlar, bu bakteri öbeklerinin adı Stratamolit’tir, fotosentez yapmaya başlamışlar, ışık, karbondioksit ve suyu glikoza çevirmektedirler, bu sayede bir yan ürün olan oksijen üretirler.

OKSİJEN ZEHİRLİ BİR GAZDIR

Manzara şahanedir fakat o manzarayı süsleyen “canlı” yaşamı halen ilkel bir haldedir, bununla birlikte su ve atmosfer artık oksijen ile dolmuştur, bildiğimiz anlamda oksijen aslında pis kokulu ve zehirli bir gazdır, uzaydan zeki bir “canlı” gelecek olsa belki de oksijeni soluyunca ölebilir, Dünya’yı kaplayacak olan “canlılar” bu zehirli gazı soluyarak hayata tutunacak şekilde evrilirler, Dünya ise tektonik plaka hareketleri nedeniyle hareket halindedir, bir süre önce ufak adalardan başka kara parçası göremiyorduk, artık Rodinya adında bir süper kıta yeryüzünü süslemektedir, tektonik plaka hareketi Rodinya’yı zaman içerisinde parçalara ayırır ve farklı kıtalar haline getirmeye başlar, bu kara parçaları adeta dans eder gibi Dünya üzerinde farklı yönlere doğru dağılsalar da ileride tekrar birleşerek bir başka süper kıta oluşturacaklardır.

Gezegen uslu durmak bilmez, tam manzara güzel derken kıtaları oluşturan volkanik hareketler atmosferi karbondioksit ile doldururlar, eriyik halde sürekli yüzeye fışkıran lavlar soğuyarak kayalara dönüşürlerken atmosferi kaplayan karbondioksiti de içlerine hapsederler, işte global ısınmanın Dünya’ya vereceği en büyük zarar, ısınan kayalardan kurtulacak olan bu karbondioksitin tekrar atmosfere karışacak olmasıdır. Dünya adım adım dengesiz bir yer haline gelmektedir, şartlar öyle sık değişir ki, bir bakmışsınız volkanlar patlıyor ve ortam cehennem gibi ısınıyor, bir bakmışsınız buzul çağı başlamış, karalar kilometrelerce kalınlıkta buz tabakasının altına hapsoluyor.

PEKİ ŞİMDİ NE OLACAK

Böyle bir gezegen kolay oluşmuyor, geçirdiği evreler akıllara durgunluk verecek nitelikte zorlu şartları gerektiriyor, peki ya şimdi ne olacak? O tek hücreli organizmalar bu denli soğuk ve donmuş bir ortamdan kurtulabilecekler mi? Dünya’yı hemen ısıtmaya yetmese de volkanik hareketler buzun altında bir nebze akışkan su bulunmasını sağlıyor ve tek hücreliler o suyun içerisinde çekirdekten sızan ısıyla hayatta kalmaya çalışıyorlar, milyonlarca yıl boyunca volkanlardan atmosfere püsküren karbondioksit olmasa buzların eriyecekleri yok, buzlar eridiği zaman içlerine hapsolan oksijen, karbondioksit ile dolu olan atmosfere karışmaya başlıyor, bu durum ılımlı bir denge yaratıyor.

13120563_10153587130703317_380432022_o

Nihayet günümüzden 600 milyon yıl önce Dünya çekilir bir yer haline gelmeye başlıyor, su var, karalar da, oksijen de, peki ya hayat nerede? Elbette en güvenilir yerde, okyanusların diplerinde uygun ortamı bulan ilkel organizmalar önce çok hücrelileri oluşturmuş, zamanla ortaya bir çeşit su solucanı çıkacak şekilde evrimleşmişlerdi, bu solucanın deri hücrelerinde gerçekleşen mutasyon bazı hücreleri ışığa duyarlı hale getirince solucanların baş hizasında ilkel bir göz ortaya çıkmıştı, böylelikle çevrelerini az da olsa görebilmeye başladılar. Aynı esnada deniz bitkileri ve Wiwaxia adlı bir “canlı”ortaya çıkar, bu dönüşme becerisini bir kez kazandılar mı durmak bilmeden farklı türler denizleri kaplamaya başlarlar ve elbette o meşhur Trilobitler. Şu anda gezegende bulunan tüm böceklerin ve tüm eklem bacaklıların en ilkel ataları.

Evrimsel süreçte göz gelişince bu göz sayesinde sinir sistemine ulaşmakta olan artan bilgiyi işleyecek bir mekanizmanın da temelleri atılır ve bir yığın sinir hücresi ufacık bir ilkel beyin halini dönüşerek gerekli bilgiyi işlemeye başlarlar. Böylelikle “canlılar” basit de olsa kararlar verebilecek hale gelirler.

13147889_10153587130498317_1076660178_o

CİNSEL DEVRİM

Anomalocaris okyanusun ilk yırtıcılarıdan biridir, 1 metreye yakın boyları, keskin dişleri ve avlarını kavramak üzere geliştirdikleri uzuvları ile okyanusların altını üstüne getirmektedirler,kambriyen patlama olarak adlandırdığımız, aslında “cinsel devrim”diyebileceğimiz bir süreçte ortaya çıkıyorlar. Türler artık çiftleşerek çoğalmaktadırlar, peki biz neredeyiz?

Biz de okyanuslarda yüzüyoruz, adımız Pikaia, bir balığa benziyoruz, omurga geliştirmiş, bu sayede daha gelişkin bir sinir sistemi için uygun bedene sahibiz, hızlı bir şekilde bizi avlamak için can atan anomalocaris’lerden kaçınmaya çalışıyoruz, onlarca, yüzlerce milyon yıl boyunca ufak ufak değişimlere uğruyoruz, bir kez yolumuzu bulduk, başımıza sayısız felaket gelecek fakat bizi hiç bir şey durduramayacak, günümüzden 400-370 milyon yıl önce halen suyun içerisindeyiz ve kaçınmamız gereken öteki türler ile boğuşuyoruz, hayatta kalmayı öğrendik, yırtıcılardan kaçarken kıyıya yakın dolaşmaya başladık, gelişmeye başlamış omurgamız bize yeni özellikler ve daha gelişkin bir sinir sistemi kazandırdı, evrim geçiriyoruz ve biz artık birTiktaalik olarak adlandırılan bir türüz, kıyıya yakın sularda kalmak yırtıcılardan kaçmamızı güvence altına alıyor ancak burada açık sularda olduğu kadar fazla oksijen yok, hayatta kalabilmek için oksijen solumamız gerekiyor, kafamızı sudan çıkarmaya başlıyoruz, suyun içerisinde beslendiğimiz bitkilerin benzerlerinin karalarda da ortaya çıktıklarını görüyoruz, az ileride karada besin kaynakları var fakat onlara erişemiyoruz, bu bitkileri denizdekilerden ayıran en büyük özellik, çevrelerinde başka hiç bir yırtıcı olmayışı. Artık spor ile değil tohumla üremeye başlayan bu bitkiler iştah kabartıcılar, neden onlarla beslenmeyelim?

VE AKCİĞERLER GELİŞİR

Yırtıcılardan kaçarken kısa süreli de olsa kıyıdaki yosunlar, kıyıya yakın bitkiler ile besleniyoruz derken yüzgeçlerimizi kullanarak karaya çıkmaya başladık, biraz beslenip suya geri dönüyoruz, bu becerimiz geliştikçe karada geçirdiğimiz süre artmaya başlıyor, artık vaktimizin çoğunu karada geçirmeye ve nesilden nesile solungaçlarımızı kaybetmeye başladık, solungaç yerine hava kesecikleri evrim geçirerek akciğerler gelişti.

Bu arada karaya çıktık ancak yalnız değiliz, Trilobitlerin torunları da bizleri izlediler, bizi denizde rahat bırakmayanlar artık karada da peşimizdeler, biz onları onlar da bizi kovalıyorlar, öyle büyük hızla dünyayı kaplamaya başlıyoruz ki, artık çevrede sürüngenler, böcekler ve daha nice hayvan dolaşıyorlar, yaşam denizden karaya doğru bir akın başlattı, Dünya oksijenle ve besin kaynakları ile dolu olduğu için her birimiz nesilden nesile daha büyük hayvanlara dönüşüyoruz, bir kısmımız ortama ayak uyduramayarak yok olurken, bazılarımızın derisi ve ayakları karasal ortama ve sıcak hava ile güneş ışınları altında yaşamaya adapte olarak dönüşüyor ve hayatta kalmayı başarabiliyoruz, yumurtalarımız suda olduğunun aksine kuru ortamda koruyucu ve kalın bir kabukla kaplanmaya başladı, onları toprağa gömüyor ya da ortalık yere bırakıyoruz.

13120444_10153587130678317_2041514729_o

Çiftleşmeyi keşfedince genetik olarak birbirlerine yakın farklı türler de çiftleşiyorlar ve bazen ortaya melez türler çıkıyor, Casineria adlı bir sürüngen kertenkele türü, 340 milyon yıl önce karada doğup karada yaşayan ilk hayvan olarak tarihe adını yazıyor. Bu sürüngenin beyni öteki tüm türlerden daha fazla gelişmiş, biz insanlar günümüzde üç katmandan oluşan bir beyin taşırız ve en alttaki beyincik dediğimiz katman bu sürüngenlerin beyinleri ile aynı yapıdadır, o beyin halen kafamızın içerisinde duruyor, sonradan eklenen tüm katmanlar o sürüngen beyninin üzerine işlendi.

13128669_10153587130673317_1453947310_o

Beyin gelişiyor ancak öteki uzuvlar da durmuyor, çenesi gelişen bir sürüngen daha hızlı ve daha çok yiyebilmeye başlayınca daha da hızla gelişiyor, Varanops adlı bir tür ortamın en acımasız avcılarından biri haline geliyor, dün bizi yiyenleri bugün biz yemeye başlıyoruz.

13106057_10153587130608317_576623057_o

ET YEMENİN KEYFİNE VARMAK!

Hem suda hem karada yaşayabilen amfibi balıklar sürüne sürüne dolaşırlarken sürüngenlere dönüşmeye başlıyorlar, henüz dinozor değiller, son derece kaba görünümleri ile devasaSkutosauruslara dönüştüler, bugünün kaplumbağalarının ve birkaç başka hayvanın daha ataları, otla besleniyorlar fakat onlarla beslenenGorgonopsitler et yemenin keyfine varmışlar. Hepsi son derece kaba görünümlü, ilkel ancak hayatta kalmak konusunda başarılı türler, fakat ortak bir düşmana karşı hayatta kalma mücadelesi veriyorlar, o düşman Dünya’nın ta kendisi, hayat tam gelişti derken yeniden başka bir yok edici oyun sahnelenmeye başlıyor, Dünya rahat durmuyor ve çekirdeğindeki eriyik bazalt yüzeye sızmaya başlıyor, bugün Sibirya olarak bildiğimiz bölgede yer kabuğu çatlıyor ve ortaya çıkan volkanik kaya atmosferi zehirli gazlarla dolduruyor.

Dünya bildiğimiz kadarıyla 5 defa kitlesel yok oluşlara sahne oluyor, bunlardan ilkiPermiyenadı verdiğimiz dönemde gerçekleşiyor ve 25kg’ın üzerinde iri bir cüsseye sahip türlerin hemen hiçbirinin yiyecek bulamayacağı felaketlerin ilkinin fitili ateşlenirken, yaşam neredeyse tüm Dünya’da yok olmanın eşiğine geliyor. Buna rağmen halen korunaklı yerler var, Dünya’nın öteki ucunda aynı felaketler yaşanmıyor, orası halen sakin, çeşit çeşit hayvan güven içerisinde dolaşmaya devam ediyorsa da bu sakinlik sürdürülebilir değil, kısa süre içerisinde jet akımları ile taşınan küller tüm atmosferi kaplıyor ve Dünya üzerinde ne varsa üzerlerine kül yağmaya başlıyor, atmosfer soluk alınamaz bir hale geliyor ve asit yağmurları hem karadaki hem de sudaki türleri öldürmeye başlıyor. Denizlerde neredeyse yosunlar dışında hiç bir şey bu felaketten sağ kurtulamıyor. Yetmezmiş gibi deniz tabanının altında donmuş halde bulunan metan gazı da iplerinden kurtularak suyu ve atmosferi kaplamaya başlıyor. Her şey mi öldü yani? Hayır, hayat sadece %95 ölçüsünde yok oldu, ancak türlerin %5’i hayata tutunmayı başarıyorlar, ne bulsalar yiyorlar ve bir nebze daha sakin olan az sayıdaki bölgede yaşama tutunmaya çalışıyorlar.

DİNOZORLAR ÇAĞI BAŞLIYOR

Kıtalar, durmak bilmeden hareket halindeler. Bir zamanlar birbirlerinden ayrılan karalar tekrar bir araya gelerek Pangea adında bir süper kıta oluşturuyorlar, bu süper kıta volkanik tabaka ile kaplanıyor ve milyonlarca yıl sonra bu tabaka verimli bir toprak katmanı haline gelerek yoğun bir bitki örtüsünün gelişmesine katkı sağlıyor, günümüzden 250 milyon yıl önce hayatta kalan türlerden yaşam tekrar evriliyor ve adım adım gezegeni kaplamaya, yeniden çeşitlenmeye başlıyor ve tanıdık simalar gezegene hükmediyorlar. Dinozorlar çağı başlıyor.

Çeşit çeşitler, hızlılar, büyükler, acımasızlar, çevrelerindeki her şeye, hatta bazıları kendi türlerine dahi saldırıyorlar, oksijen yeniden çok yüksek bir seviyede ve tekrar devasa türler oluşmasına neden olurken bizim atalarımız olan memeliler tam aksine küçülmeye başlıyorlar, iri olanları kolaylıkla av olurlarken daha küçük olanlar dinozorlardan kurtulabiliyorlar, bugün benzer bir süreç fillerde gözlenir, genetik olarak iri dişleri olanlar fil dişi avcıları tarafından öldürüldükleri için, fil nüfusu daha küçük dişleri olanlar üzerinden devam etmeye başlamıştır, bu sebeple son 150 yıl içerisinde doğarak yaşayan fillerin daha küçük dişlere sahip olduklarını gözlemleyebiliyoruz, memeli atalarımızın da durumları bu şekilde gelişmiş olmalı, iri olanlar dinozorlar tarafından avlanırken küçük olanlar hayatta kalmayı başarmışlardı.

Dinozorlar gezegeni kaplarken levha tektoniği durmak bilmiyor, kıpır kıpır olan kabuk kırılıyor, çatlıyor, yarılıyor ve ayrılıyor, Pangea parçalara ayrılarak birden fazla kıtanın oluşmasına neden oluyor. Bir zamanlar kıta olan yerler denize, deniz olan yerler kıtalara dönüşüyorlar. Bizim memeli atalarımız tehlikelerden kaçarken sinir sistemleri, beyinleri, duyu organları bu tehlikelerle daha hızlı baş edebilecek şekilde gelişiyor, beyinlerinde neo-kortex adı verilen bir bölüm gelişiyor ve bu sayede tehlikelere karşı daha yaratıcı çözümler bulabilir hale geliyorlar. Biz artık Bettong adı verilen ufacık memeli bir fare türüyüz, uyanık, hızlı, güçlü duyulara sahibiz, tek amacımız hayatta kalmak. Dinozorlar en büyük düşmanlarımız fakat bu denli kuvvetli bir düşmanın karşısında hayatta kalmaya çalışmak bizim daha gelişkin, zeki, yaratıcı ve kurnaz olmamızı sağlıyor, öldürmeyen şey güçlendiriyor. Devir dinozorların devri, Dünya’nın sahibi onlar, bu gücü ellerinden almamızın hiç bir yolu yok, ancak bu işi bizim için bir başka unsur halledebilir, iki paragraf sonra bu beklenmedik unsur sahneye girerek dinozorların sonunu getirecek, biz o zamana kadar bir başka dönüşüm hikayesini anlatacağız.

13120457_10153587130568317_2069895154_o

SOLUNGACI OLMAYAN DENİZ CANLILARI

Yaşam bir zamanlar denizden çıkarak karalarda adım atmaya başlamıştı, fakat evrim tek yönlü bir yolculuk değil, karalar yırtıcı hayvanlar ile dolmaya başlayınca bazı memeliler yırtıcıların çok korktukları bir yere sığınıyorlar, toynaklı Pakicetuslar sahillerde dolaşıyor ve kıyıya vuran kabuklu ve kabuksuz deniz türleri ile beslenerek hayatta kalmaya çalışıyorlar, bu davranış güvenli bir yol olduğu için zamanla sayıları hızla artıyor ve artık sahile vuran daha az besin kaynağı bulabiliyorlar, böylelikle biraz daha suya yaklaşıyorlar, yüzmeyi öğreniyorlar ve kıyıya çıkmaya gönülsüz hale gelen deniz türlerini suyun içerisinde avlamaya başlıyorlar, bunlar zamanla suda yaşamaya daha fazla adapte olarak balinalara dönüşecekler, balina, yunus, orca ve daha nice memeli deniz türü, balıklardan bütünüyle farklılar, solungaçları yok ve günümüzde halen hava solumak için yüzeye çıkıyorlar, balıklar kuyruklarını sağa sola sallarken bu deniz memelilerinin kuyrukları yukarı aşağı hareket ediyor. Karadaki yırtıcılardan kaçınırken büyük bir değişim geçirerek büyük ölçüde suda yaşamaya adapte olmayı başararak evrimsel süreçlerini farklı bir noktaya çekiyorlar.

Denizler de elbette büyük yırtıcılar ile dolu, hayatta kalmak her zaman zorlu bir iş olmuştur, bilhassa karada yaşayan memeliler için hayat hiç olmadığı kadar zor, yerin altına kazdıkları yuvalarda ya da ağaçların tepelerinde yaşamak onlar için en güvenli yol, dinozorlar geceleri iyi göremedikleri için karada yaşayan memeliler beslenmek için gecenin çökmesini bekliyorlar. Dinozorlar ortamı boş bulunca Dünya için tam bir felakete dönüştüler, her gün tonlarca bitki ve hayvan tüketiyorlar, onları durduracak bir şey çıkmalı, aksi halde bugün insanın Dünya’ya verdiği zarar gibi büyük bir zarar veriyorlar. Neyse ki geçmişte Dünya’ya yaşam taşıyan bir unsur şimdi kitlesel bir ölüm için sessizce yaklaşıyor.

DÜNYAYA ÇARPAN ASTREOİD

Uzay her zaman gezegen olamamış kaya parçaları ile doludur, bunlardan yaklaşık 10km ölçülerinde olması gerektiği düşünülen bir tanesi uzay boşluğunda salınan mavi boncuk görünümlü  gezegenimize doğru çılgın bir hızla yol alıyor, kurşundan onlarca kat hızlı bir şekilde bu kaya bodoslama gezegenimize, bugün Meksika olarak bilinen yere, Yukatan yarımadasına çarpıyor, tüm Dünya bu çarpışmanın etkisi ile sarsılırken asteroid dahi kendi çarpışma hızı ve basınç altında buharlaşıp yok oluyor. Bu çarpışma yüzünden milyarlarca tür anında yok olacak fakat asıl öldürücü olan etki bu çarpışma ile gerçekleşmeyecek, çarpışmanın ardından uzaya sıçrayan kaya parçaları aylar boyunca gezegenin her köşesine geri yağarak hayatta kalan türleri büyük ölçüde yok edecekler, çarpışmanın etkisi ile yükselen toz atmosferi kaplayacak ve Güneş ışınlarının yüzeye erişmesini engelleyecek, onlarca metre yüksekliğinde tsunamiler karaları içlerine kadar vuracak, uzaya geri sekemeyen güneş ışınları atmosfere hapsolarak yer ile havayı kaplayan toz arasında sekerken, yüzey ısısı yüzlerce derece birden artacak, hayat bir kez daha yok olma noktasına gelirken pek az tür bu felaketten kurtulmayı başaracaklar.

Karada ve denizde pek az tür yaşamda kalmayı başarıyor, ancak yaşam bir kez tırnakları ile tutunmaya görsün, er ya da geç gezegenimiz tekrar eski sakin günlerine geri kavuşuyor ve hayatta kalanlar hızla üreyerek Dünya’yı sarmaya başlıyorlar. Dinozorlar kitlesel yok oluşlara kurban giderken bu bir anda, bir günde olmuyor, binlerce yıl devam eden bir süreç sonunda dinozorlar büyük ölçüde yok oluyorlar, bir yerde tamamen yok olduklarında halen bir başka yerde yaşamaya devam ediyorlar, günümüzde kanatlı canlılar, kuşlar, tavuklar, hindiler vb hayvanlar dinozorların yeryüzünde kalan son temsilcileri. Bu arada böcekler ortalığı dolduran devasa hayvan leşleri sayesinde bayram ediyorlar ve hızla çoğalıyorlar, biz ise şimdi bu böcekler ile beslenerek hayatta kalan bir Purgatorius olarak sahnedeyiz, yeniden fare türü bir memeliyiz, artık gezegen adım adım memeli türlerin hakimiyetine giriyor, büyük bir hızla dinozorlardan boşalan yerleri doldurmaya başlıyoruz.

Böcekler her zaman iyi bir protein kaynağı olmuşlardır, zaten yakın gelecekte tekrar böceklerle beslenmeye başlayacağımıza kuşku yok, dinozorlardan kurtulan gezegen yeniden yeşermeye başlıyor, ağaçlarda yetişen meyveler yerlere düşüyor, bu meyveler ile beslenen bir tür kafasını kaldırıp yere düşüp çürümeye başlayan meyvelerin ağaç dallarında olgunlaştıklarını görünce 56 milyon yıl önce ağaçlara tırmanmaya başlıyorlar, elbette bu davranış anatomisini adım adım değiştiriyor, Altiatlasius adlı bir tür ortaya çıkıyor, artık yerde bizi kovalayan öteki yırtıcılardan kaçarak çıktığımız ağaç dallarında büyük ölçüde güvendeyiz, kuyruğumuzu adım adım kaybediyoruz, onun yerine kol ve bacaklarımız gelişerek güçleniyor. Elbette kuyruğunu kaybetmeyen başka türler de yollarına devam ediyorlar, ancak biz bu yazıda kendi atalarımızın izlerini takip ediyoruz.

HİMALAYALARIN ORTAYA ÇIKIŞI

İlkel primat atalarımız bu hayatta kalan memelilerden evriliyorlar, yaklaşık 50 milyon yıl önce levha tektoniği sayesinde Hindistan’dan Asya’ya doğru bir hareket ile kıtaların çarpışması sonucunda okyanus tabanı kabarıyor ve Himalayalar ortaya çıkıyor, bu denli devasa bir yükseklik jet akımlarının yönlerini değiştirebilecek kapasitede, bölgenin iklimi bütünüyle değişime gebe, coğrafi değişiklik dağların bir tarafını nemli tutarken, öteki tarafını binlerce kilometre boyunca çorak yerler haline getirebiliyor, türler yaşam alanlarında oluşan iklim değişiklikleri nedeniyle başka yerlere milyonlarca yıl süren göçler gerçekleştiriyorlar, onlar dahi göç ettiklerinin farkında değiller, nesiller boyunca bir ağaçtan diğerine, bir vadiden ötekine derken…

13120810_10153587130588317_368660074_o

Afrika’da ilkel bir primat türü, Ardipithecus Ramidus olduk, 1 metreden biraz uzunuz, 50 kilo bile değiliz. Hint okyanusundan gelen nem dağlar sebebiyle engellenince yağmur ormanları kurumaya, bozkırlar ortaya çıkmaya başlıyor, az sayıda kalan ağaçlardan inerek uzun otların arasında yolculuk yapmaya başlamak zorundayız. Tehlike her yerden gelebilir, eskiden ağaç tepelerinden çevreyi gözlemleyebilirken, şimdi bozkırda otların arasında, yer hizasında saldırmak üzere olan vahşi hayvanları göremiyoruz. Durup bekliyor, çevreyi dinlemek için kulak kabartıyoruz, fakat yeterli değil, ayağa kalkıp şöyle bir çevreye bakıyoruz, sonra dört ayak üzerinde tekrar yürümeye devam ediyoruz. Bu davranış zaman içerisinde hayatın doğal bir parçası olduğunda, artık daha uzun süre arka ayaklarının üzerinde durmaya alışıyoruz, böylelikle çevrede yaklaşan bir tehlike var ise, yürüme esnasında görerek önlem alabilmeye başlıyoruz. Arka ayaklar üzerinde durmaya alıştıkça, ellerimiz serbest kalıyor, yaklaşan bir şey olursa becerikli ellerimiz ile yerden alacağımız bir taşı fırlatabiliriz, bir odun parçası ile kendimizi savunabiliriz, kollarımızı havaya kaldırarak daha uzun boylu görünerek saldırmak üzere olan hayvanı korkutabiliriz, ellerimizi kullanmaya başlamak beyinlerimizi geliştirse de, asıl etki iki ayak üzerine kalkınca gelişen kafalarımız ile ortaya çıkıyor.

Anatomisi nedeniyle insanın ilkel primat ataları dört ayak üzerindeyken kafaları bir ölçüde büyüyebilirdi, aksi takdirde öne doğru fazla ağırlık yapacak ve hareketlerini kısıtlayacaktı, önceleri dört ayak üzerindeyken köprü görevi gören omurilikleri iki ayak üzerine kalkınca bir kule görevi görmeye başladı, bu hızlı değişimin yan etkilerini bugün halen sırt ağrıları ve sorunları ile boğuşarak geçiriyoruz, fıtık oluyoruz ve daha nice sorun yaşıyoruz, çünkü bu omurilik iki ayak üzerine kalkmak için gelişmemişti. Evrim sürecimiz hızlı bir dönüşüm geçirirken bize artıları ve eksileri olduğunu artık görebiliyoruz. İki ayak üzerine kalkmak anatomik olarak sayısız değişikliği peşi sıra getirse de beynimiz bu değişim ve farklı sebeplerle daha fazla gelişmeye müsait bir hale geliyor.

BEBEKLER 20 AY RAHİMDE KALMALI

Fakat bu değişimlerin  kattıkları kadar götürdükleri de oluyor, pelvis kemiği iki ayak üzerine kalkıp yürümeye başlayınca küçülüyor, bu sebeple bebekler daha erken doğmak zorunda kalıyorlar, aksi takdirde bu pelvisin içinden bebeğin kafası geçemeyecek ve asla doğamayacak, bu durum tam olarak gelişemeden doğmak zorunda kalan bebeklerimizi hayata geldikten sonra uzunca bir süre bakıma muhtaç bir hale getiriyor, bizler halen gelişim sürecimizin önemli bir bölümünü doğduktan sonra gerçekleştirmek zorundayız, bugün bile 9 ay 10 günde doğan bebeğin rahimde fazladan 11 ay daha geçirmesi gerekiyor ancak buna imkan yok, bu sebeple doğduğumuzda gözlerimiz büyük ölçüde görme becerisi kazanmamış, kızlar doğduktan 6 ay sonra, erkekler yaklaşık bir sene sonra net görebilmeye başlıyorlar, ayağa kalkamıyoruz, kemiklerimiz ve kıkırdaklarımız gelişmemiş, işte tüm bunların ve daha fazla noksanlığın sebebi iki ayak üzerine kalkan atalarımızın daralan pelvis kemikleri. Dünya’da yavrusunu doğduktan sonra uzun yıllar besleyip büyütmek zorunda kalan çok az tür var ve biz bunlardan biriyiz.

13120444_10153587130503317_276220832_o

3.2 milyon yıl önce biz artık iki ayak üzerinde dolaşan Australopithecus afarensisolarak gezegende dolaşıyoruz. Önce daha fazla et yemeye başlıyoruz ve beynimiz bu protein zengini besin ile hızla gelişiyor, fiziksel olarak güçleniyoruz ve 2.3 milyon yıl önceHomo Habilisoluyoruz, bu fiziksel değişimler bizi daha fazla tüketmeye yönlendiriyorsa da avlanmıyoruz, leş yiyerek besleniyoruz, bu esnada ilk aletleri geliştiriyoruz, taşları birer alete dönüştürüyoruz ve hem beslenmek için etleri ufak parçalara ayırabiliyor, hem de kavga ederken bu taşları bir silah olarak kullanabiliyoruz. Alet kullanmak bizi her anlamda geliştiriyor, eskiden ulaşamadığımız besinlere erişebilir hale geliyoruz, kemiklerin içlerindeki zengin bir besin kaynağı olan ilik bunlardan biri.

1.8 milyon yıl önce Homo Erectus‘a dönüşüyoruz, artık bizi pek az şey durdurabilir, hızlı koşan daha gelişmiş aletler geliştiren, hızlı ve güçlü hayvanları avlayabilen bir predatöre dönüşüyoruz.

20’LİK DİŞLER YOK OLMA AŞAMASINA GELİYOR

Artık daha az korkuyoruz, bir zamanlar kaçındığımız ateşe dahi yaklaşmaya cesaret edebiliyoruz, yıldırımlar nedeniyle yanan ormanlarda ya da bozkırlarda bulduğumuz ateşi kullanarak çiğ eti pişirmeyi öğrenince, iri çene kemiği de pişmiş eti çiğ etten daha az güç harcayarak çiğneyebilmeye başlayarak küçülüyor, bu küçülmenin etkisi bugün 20’lik yaş dişlerimizin yok olma aşamasına gelmesi ile gözlenebiliyor, çene kemiği küçülünce kafanın arka kısmına yaptığı baskı da azalıyor, böylece kafanın arkası gelişebiliyor ve beynimize daha fazla yer açılıyor. Ateş bizi vahşi hayvanlardan da koruyor, bir araya gelmemizi ve komün halinde yaşamamızı kolaylaştırıyor, iş bölümü yapıyoruz, anlamsız hırıltılar çıkarmak yerine değişen gırtlak yapımız ve dilimiz sayesinde tek heceli ve iki heceli sözcükler ile anlaşmaya başlıyoruz, sözel olarak anlaşmak bizim daha iyi iş birliği yapmamızı kolaylaştırıyor.

Homo Erectus’un ardından yeni bir tür, Homo Sapiens günümüzden 250 bin yıl önce ortaya çıkarak gezegene yayılmaya başlıyorlar. Fakat yeni bir buzul çağı kapıda ve Dünya hızla soğuyor, günümüzden 20 bin yıl önce Sibirya ve Alaska arasında buzdan bir köprü oluşmasaydı eğer, Amerika’nın yerlileri kıtaya erken bir dönemde ayak basamayabilirlerdi. Homo Sapiens tüm gezegene yayılırken önüne çıkan öteki rakiplerini bertaraf ediyor, bunaHomo Neanderthalensis gibi kuzenlerimiz de dahil, bir kısmı ile çiftleşiyoruz fakat çoğunu öldürüyoruz ve hatta yiyoruz, bizi artık bizden başka hiçbir şey durduramaz, 14.000 yıl önce neredeyse tüm gezegeni fethettik. 10.000-6000 yıl önce buzullar büyük ölçüde yok olunca tarım yapabileceğimiz geniş araziler açıldı, tarım yapmaya başlamak medeniyetin gelişmesini sağlayacak imkanları ortaya çıkarsa da, insanın hayatına farklı bir yön kazandırdı, Dünya ve hayat her zaman acımasız olmuştur, biz de bu vahşi ortamda evrimleşerek gelişmiş zeki bir hayvan olarak yaşantımıza devam ediyoruz.

EVRİM İNANILACAK BİR ŞEY DEĞİLDİR

Bilimde inanç olmaz, gözlem ve deney ile meseleler ispat olunur, bu sebeple evrim inanılacak bir şey değildir, inanç sadece ispatlanamayan unsurlar için geçerlidir, evrim ise sayısız şekilde ispatlanmış, deneyler ile kesinleşmiş, eğitimli bireyler tarafından inkar edilemeyecek bir gerçektir. Evrimi kabul etmemek kişinin bilgisizliği ve dogmalara teslim olmasıyla alakalıdır, günümüzde bazı toplumlar evrim gerçeğini inkar etmek üzere nesillerini sayısız yalan ile kandırmaktadırlar ve insanlar kendilerine ezberletilmiş argümanlar ile bilgisizce evrimi inkar etmektedirler, halbuki günümüzde evrimi kabul etmeden, mekanizmasını anlamadan ilaç dahi üretemez, mikroplar ile baş edemezsiniz.

Çevremizdeki her tür, kimyasal evrim geçirmektedir, kimisi daha hızlı, kimisi daha yavaş ancak mutlaka evrim geçirirler. Bu süreci anlamak bizim için bilhassa önemlidir, aksi takdirde asla ispat olunamayacak hayal ürünü korkuların esiri olmaktan kaçınamaz ve yaşadığımız doğanın mekanizmasına yabancı kalırız. Yaşadığımız Dünya ve üzerindeki türler bize hizmet etmek üzere yaratılmadılar, biz bu doğanın bir uzantısıyız ve insanlık tarihi boyunca mekanizmanın gerçekte nasıl işlediğini anlamayı ilk kez bilim sayesinde çözümleyebildik.

Dinler, bir zamanlar toplumların gelişmesinde çok önemli bir yere sahip olmuşlardır, dinlerin geçmişteki önemleri inkar edilemez fakat tanrısal bir unsur olmaktan ziyade, dinsel metinler geçmiş toplumların düzen içerisinde yaşama arzusu ile oluşturdukları bir çeşit anayasalardı, günümüzde bilhassa “tek kelimesi değişemez” denen inanç sistemleri, toplumların ilerleyişlerinin önünde engeldirler. İslam toplumları, bir zamanlar daha esnek bir yapıdaydı ve kendi içinde düşünebilen, üretebilen bireylerin çıkmasına engel teşkil etmiyorlardı, ne zaman ki tutucu kesimler İslam inancının kontrolünü ellerine geçirdiler, şimdi artık Hristiyanlığın bir zamanlar geçirdiği orta çağ sürecine benzer bir sürece hapsolmaktan kurtulamadılar. İslam dünyası günümüzde karanlık çağını yaşamaktadır ve günümüzde insanımız kimi odaklar tarafından benzer bir karanlığa hapsedilmeye çalışılmaktadır.

DİNLER ARACA DÖNÜŞTÜRÜLDÜ

Adem ve Havva efsanesi hiç bir gerçekliği olmayan, antik dönem insanlarının varoluşa istinaden uydurdukları bir hikayeden ibarettir, bu hikayeye bağlanmak bir dindar için kaçınılmaz olabilir, aksi takdirde yaratıcı olduğunu düşündükleri tanrısal varlığın dikte ettiği kitaplarının aslında insanlar tarafından yazıldığını ve binlerce yıllık mitolojik efsanelerin bir uzantısı olduğunu kabul etmek zorunda kalacaklardır.

Günümüzde sadece din ile gelişen bir toplum bulamazsınız, bilakis dinler insanları susturmak, eğitimsiz bırakmak ve güç odaklarına, iktidar sahiplerine teslim olarak pasifize edilmelerini sağlayan türde bir araca dönüştürülmüştürler. İnsanı insan yapan en önemli unsurlardan birisi sorgulamaktır, sorgulamayan birey kafatasının içerisinde bir beyin taşısa da bu beyin gelişemez ve birey yaratıcı potansiyelini ortaya koyamaz.

Yaratıcılığı geri kalmış, düşünmeyen, sorgulamayan her toplum bu işleri başaran öteki toplumlar tarafından sömürülmekten kurtulamazlar, günümüzde İslam toplumlarının batılı düşünen ve sorgulayan toplumlar tarafından sömürülmesinin altında bu düşünce yoksunluğu yatmaktadır. İslam toplumları IQ testlerinde en düşük seviyedeki toplumlar olarak dikkat çekmektedirler ve bu gerçeğe rağmen her şeyi en iyi kendilerinin bildiklerini iddia ederler.

Not: Bu yazı çeşitli kitaplar ve belgesellerden edinilen genel kültür sayesinde yazılmıştır, vakit ve nakit sıkıntısı çeken okurlar Youtube gibi video sitelerinde konuyla ilgili çok sayıda belgesele ulaşabilirler, ya da daha iyisi şartları uygun ise eğer, iyi bir kitapçıdan antropoloji, evrim ve abiyogenez ile ilgili kitaplar edinerek bilgilerini geliştirebilirler.

 

Şıvan Okçuoğlu

_ALINTIDIR   =  

AzizTank Kapanmıştır!

AzizTank Kapanmıştır , Sitemiz yayın hayatına son vermiştir. Facebook Twitter Google+ Instagram
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol